Kendi hayatlarımız karmaşık, dağınık ve acı verici derecede bunaltıcı ve biz, içimizdeki acıyı açıklamamıza ve nihayetinde onunla başa çıkmamıza yardımcı olacak sanatı arıyoruz.
Büyük sanat hayatı anlamamızı ve gerçekliğin doğasını sorgulamamızı sağlar.
Ray Bradbury’nin Fahrenheit 451‘i anlamlı sonuçlar elde etmek için çalışma, sabır ve çokça çaba gerektiren okuma ve düşünme gibi aktiviteler yerine ucuz eğlencelere değer verdiğimizde neler olabileceğine dair uyarıcı bir hikayedir. Bütün duvarların televizyonlarla kaplı olduğu, ekranın, bireylerin dikkatini insan olmanın doğasında var olan zayıflık ve acılardan uzaklaştırmak için kullanıldığı distopik bir dünyada kitaplar yasaklanır ve insanlar da onlarla birlikte yakılır.
Okuryazarlığın azaldığı ve herkesin cebinde taşınabilir televizyon ekranları taşıdığı bir çağda insan varoluşunun bu denli kasvetli bir tablosu da ufukta görünüyor olabilir. Halbuki Bradbury ve benzerlerinin uyarıları yeni değil. Hepimiz biliriz ki eğlencenin yozlaştırıcı gücüne karşı çıkan nutuklar Platon’a kadar uzanır ve filozoflar uzun zamandır sanatların onlara göre haksız etkisini kınar.
Örneğin Augustinus, İtiraflar adlı eserinin birinci kitabında gençliğinde şiire duyduğu ilginin, okuma ve yazmayı öğrendiği daha öğretici ilkokul derslerinden onu alıkoyan bir tür delilik olduğunu dile getirir. Freud yetişkinlerin gerçekleştirdiği sanatsal oyun ve sanatsal taklidin (örneğin tiyatroya gitmenin) haz ilkesine hizmet ettiğini, çünkü kendi başına haz vermeyen bir şeyi oyalanma ve eğlence aracı haline getirdiğini belirtir.
Ancak Freud bu tür eğlencelerin hayatın korkularının ve trajedilerinin zihinde yer tutup hatırlanmasını ve üzerinde çalışılmasını sağladığını ileri sürer. Çocukça bir oyun oynamak gibi görünen şey aslında en acı verici deneyimlere daha derinlemesine dalmamızı sağlayan bir araç olabilir ve aynı zamanda bundan son derece keyif alınmasına izin vererek, en iğrenç, en dehşet verici meselelerin üstesinden gelmeyi kolaylaştırır.
Sanata dair bu tip bir anlayışın kökeni Poetika adlı eserinde, trajik sahnelerin izleyicilere kendine acıma ve korkularından arınma olanağı verdiğini, kurgusal karakterlerin hayatlarında bunların nasıl işlediğini görmelerine imkan vererek içlerindeki çatışmalardan kurtulmalarını sağladığını ileri süren Aristoteles’e kadar uzanır. Aristoteles böyle bir arınmanın bir kez başarılmasının ardından izleyicilerin hayatı, acıları ve şaşkınlıkları anlayıp bunlarla başa çıkabilecek şekilde daha donanımlı hale geldiklerini söyler.
Buna icat ettiğimiz eğlencelerle olan ilişkimizin yerinde bir okuması diyebiliriz. Başkalarının hayatlarına -hem gerçek hem de kurgusal- bir pencere açma iddiasında bulunan medyayla dolup taştığımız bir zamanda, ekrana olan saplantımızı, başkalarının deneyimlerine bakmak için hissettiğimiz zorlayıcı saplantıyı açıklamaya yardımcı oluyor. Ucuz eğlenceler aramak için cihazlarımıza yönelmesek de bu güdüyü tamamen göz ardı edemeyiz. Kendi hayatlarımız karmaşık, dağınık ve acı verici derecede bunaltıcı ve biz, içimizdeki acıyı açıklamamıza ve nihayetinde onunla başa çıkmamıza yardımcı olacak sanatı arıyoruz.
Bu noktayı açıklamak için bir örnek verilebilir: 2016 yılında Guggenheim için yaptırılan bir enstalasyonda, Çinli sanatçılar Sun Yuan ve Peng Yu, seyirciler için el sallayıp dans edecek şekilde programladıkları endüstriyel boyutlarda bir robotik kol inşa etti. Makinenin tabanından etrafındaki zemine kırmızı bir selüloz sıvısı sızdı ve robota koyu renkli, yapışkan pisliği temizlemesi talimatı verildi. İnsan kanına benzeyen sıvı giderek artan bir hızla sızmaya başladı. Başlangıçta kalabalığa gösteri yapmak ve ortalığı temizlemek için bolca zamanı olan robotun dans etmeye giderek daha az zamanı kaldı ve sonunda her dakikayı kan benzeri döküntüleri temizlemekle geçirdi.
“Kendime Yardım Edemiyorum” başlıklı enstalasyon, müze ziyaretçilerinin ve daha geniş kitlelerin ilgisini çekti ve birçok kişinin cihazlarımızı ne kadar insanlık dışı bir şekilde programladığımızı düşünmesine neden oldu. Makinelere sadece makinelermiş gibi davranma eğilimindeyiz; kendi çıkarlarını hiç düşünmeden bizim çıkarlarımıza hizmet etmek için yapılmış makineler. Ama o robot kolun tabanından dökülen sıvıyı çılgınca temizlemeye çalıştığı videoyu izleyin ve hepimizin, robotlar da dahil olmak üzere, refahımızı umursamayan ve bizi sadece ölümüne çalıştırmayı amaçlayan bir dünyaya itildiğimizdeki adaletsizliğe karşı bir sempati ve öfke hissi duyup duymadığınıza bakın.
“Can’t Help Myself”in arkasındaki zekice fikir izleyicilere kısmen de olsa bir sanat eserinden daha fazlasını sunması; robotik kol aramızda var olan ve günlük hayatımızı yöneten rahatlatıcı varsayımları sorgulamamızı sağlayan canlı bir varlık. Bir zamanlar oyuncu olan bu androidin yalnızca hayatta kalmak için var olan bir varlığa, soluksuz bir Sisifos hayatı yaşamaya indirgendiğini görmek Westworld gibi televizyon dizilerinin asla başaramadığı bir şeyi başarıyor. Sorgulamaya çalıştıkları sorunlardan bizi güvenli ve rahat bir mesafede tutan kurgu eserlerden farklı olarak, enstalasyon bu sorunları günlük gerçekliğimizin bir parçası, gündelik varoluşa bir müdahale haline getiriyor.
Elbette ki büyük sanat her zaman bunu yapar. Gerçekle hayali olan arasında kesin ve katı bir ayrım yapmaktan ziyade gerçeği yeniden hayal etmeyi ve hayali olanı gerçekleştirmeyi amaçlar. Bunu yapmak bize gerçeklik duygumuzu sorgulamak için ihtiyaç duyduğumuz alanı ve varoluşumuzun büyük bir kısmını oluşturan yapaylığı fark etmemizi sağlarken günlük hayatımızı nasıl yeniden düşünebileceğimizi düşünmeye davet eder.
Matthew Clemente, Ph.D. and David Goodman, Ph.D.
yazarların kullandığı referanslar
Augustine. (1997). The Confessions. trans. Maria Boulding. New York, NY: New City Press.
Bradbury, R. (2011). Fahrenheit 451. New York, NY: Simon & Schuster.
Freud. S. (1990). Beyond the pleasure principle. trans. James Strachey. New York, NY: W.W. Norton & Company.