129
Views

Epikür paradoksunun göbeğinde çırpınıp duruyordu kedi. Sonsuz bir fraktaldan çıkabilmek için umutsuzca çabalamaktaydı. Çoğalıyor, azalıyor, büyüyor, küçülüyor, duvarlarını aşamıyordu.

Bütün o hengâmede “Kötülükten kaçış mümkün mü?” diye sorup duruyordu kendi kendine. Nereden çıkmıştı hayatı çekilmez yapan bunca kemlik?

Alışkanlıklarından ziyade alıştıklarına bağlıydı ve onlarla ilişkisini sorunsuzca sürdürebilmek yegâne dileğiydi. Sımsıkı tutunduğu rutini olmazsa yaşayamayacağını inanmıştı. Kişiliksiz görünme tasasına kapılıp inandırıldıklarını vardan sayamıyordu.

Kendini sonsuz kez yinelediği şekilden şekle giren feleğinde amaçsızca devinirken kötülüğün ayakları yere basan bir tanımını dahi yapamıyor ama onu her hücresinde hissediyordu.

Suskunluk yasalarının yumruğunu sertçe vurduğu bir anda sözcükler icat edilmeden öncesini düşünürken buldu kendini. Tarihin de kötülükler tarihi olduğunu fark ettiğinde, kimselerin duymayacağı kadar alçak sesli mırıltılarla kitaplarının üstüne uzandı. Dilinin ucuna gelen kelimeleri yalayıp yuttu. Hangi günde başlamıştı kötülük? Gecenin zifiri karanlığında mı yoksa güneşin ışıkları altında mı işlenmişti ilk cinayet? Önce fikir mi ölmüştü? Ne çok soru vardı.

Sorgulamalarla geçen günlerinde cevapları bir türlü bulamıyor, çelişkiler yumağının peşinde koşturup duruyordu. Bir de git gide büyüyen yalnızlığı vardı. Bunu bir türlü anlamlandıramıyordu.

Derin düşünmeye ara verdiği küçük molalarından birinde, kendi sonsuz kopyalarından yarattığı arkadaşlarıyla birlikte mümkün olan en iyi dünyaları Schopenhauer’a ve en kötü dünyaları Leibniz’e hediye etmeyi kararlaştırdılar. Bu ucube deneyden eğlenmek dışında beklentileri yoktu. Hayatın hangi yarısının mutlulukla geçeceğini bilmeden yaşamak zordu. Uzun sürmeyen, orta şekerli bir keyif halinin ardından müzminleşmiş can sıkıntısı geri geldi kedinin, çünkü ne yaparsa yapsın kötülük yanı başında duruyor, dikkatini çekmek için türlü türlü araçlar icat ediyordu.

Gel zaman git zaman aynı şeyleri tekrar tekrar tecrübe etmenin faydasız olduğuna ikna etti aklını ve ruhunu. Durduramayacağı rüzgârları arkasına alacak kadar fırıldak değildi belki ama karşında durmaya da niyeti yoktu.

Diline daha önce hiç duymadığı bir şarkı takılıverdi.

İki dünya bir araya gelse yol bulur kaçarım ortadan

Kaybolmak lazım şimdi iz bırakmadan

Şarkıyı hiç anlamamıştı kedi ya da daha doğrusu anlamak istedikleri şarkının anlattıklarıyla akla kara kadar alakasızdı.

Nihayetinde doğru oturup eğri kalktı ve en iyi bildiğini düşündüğü şeyi yapmaya karar verdi. Konformizmin sıcak, güvenli yatağına uzanacaktı. Netice itibariyle görece kısa ya da görece uzun bir zaman aralığında dünyayı değiştirmek için elinden geleni yapmış, yan gelip yatmayı, hayattan kaçmayı, görmezden gelmeyi ve gelinmeyi hak etmişti. Görülmek istediği yerler de değişmişti ama bunu henüz kendine itiraf edecek irtifaya ulaşmamıştı.

“Tamam” dedi uykuya dalmadan önce. “Kumumu eledim, çıkıntılardan, keskin kenarlı taşlardan, sert deniz kabuklarından, rengârenk camlardan kurtuldum. Şimdi ne istersem yapabilirim.”

Ertesi sabah bir öncekinin aynı bir güne uyandı. Dünya yine değişmişti ama o farkına bile varmadı. Yuvarlak gözlerini açıp kısa menzilde etrafa baktı. Erindi, gerindi, eşindi. Akabinde görüp duyduğu, kaçınıp sakındığı ilk kötülükte kafasını önceden elediği o kuma gömdü. Tertemizdi kumu kedinin; grinin matlaşmış, kimliksiz bir tonunun güven veren ruhsuzluğuna da sahipti, çoraklığın hayatı anlamsızlaştıran kahverengiliğine de.

Bütün devinimini kaybetti kedi. Böylece ikinci kötülüğü tamamıyla görmezden gelebildi.

Üçüncüyü ne gördü ne duydu ne bildi. Görmemeye çabucak alışmıştı. Kumla dolu kulakları seslere dikilmeyi unutmuştu. Bilmemekten mustarip oluşunu idrak dahi edemedi.

O kadar uzun süre kaldı ki başı kumda, en nihayet bir gün kum koktu.

DNA

Makale Etiketleri:
· · ·
Makale Kategorileri:
MANŞET · VE DİĞER